24 Nisan 2024

Su Savaşı mı, Su Barışı mı?

Küresel Su Sorunu ve Uluslararası Sonuçlarına Dair Araştırma

         İnsanoğlu fizikî ve ruhî terkipten meydana gelmiş bir canlıdır. Dünya yaratılalı insan üzerinde taşıdığı ve aynı zamanda hayat kaynağı olan terkibini dengede tutmak için mücadele etmiştir. Bu terkibin içinde öyle bir unsur vardır ki o, insanın hem fizikî hem ruhî ihtiyaçlarına cevap vermekte ve onları geliştirmektedir. Bu unsur, sudur. Su, insan medeniyetinin kökenidir. Asırlardan beri su ve medeniyet arasındaki muhteşem ilişki, şüphesiz dikkatleri çekmektedir. İnsan yaşamının ve medeniyetinin menşei olan su, bugün insanlığa yetememe tehlikesiyle karşı karşıyayken, insan ise bu soruna acil ve kalıcı çözümler aramaktadır. Bugüne kadar vuku bulmuş ve günümüzde devam etmekte olan su kaynaklı sorunlar üzerine konuşmadan önce sosyal bilimlerden faydalanmak elzemdir. Bu konuya tarihî, coğrafi, hidrolojik ve jeopolitik açıdan yaklaşıldığında faydalı tespitler yapılabilir ve çözümler üretilebilir.

A)  Suyun Tarihi ve Önemi

Su, insanlar ve medeniyetler için hayatî bir öneme sahiptir. Bunun dışında insanla gelişen kolektif yaşamda da su, ana unsur olmuştur. Gerek mitolojide, gerekse arkeolojik bulgularda medeniyetlerin suyla yakın etkileşimleri açıkça ortaya çıkmıştır. Siyasî, jeopolitik ve tarihî olaylar çerçevesinde değerlendirme yaptığımızda suyun hayatımızın hemen her alanında tartışılmaz bir öneme sahip olduğu gerçeğine ulaşılması zor değildir. Prof. Dr. Mehmet Tomanbay, “Dünya Su Bütçesi ve Ortadoğu Gerçeği” adlı kitabında bu konuyla alakalı şundan bahseder:

“Su günlük yaşamın her alanına hiç düşünmediğimiz ölçüde girmiş, geçmişimizi ve günümüzü belirlemiş ve belirlemekte olan ve geleceği de belirleyecek olan önemli ve sürekli bir yaşam ağıdır. Bu ağ tüm dünyayı birbirine bağlar…”

İngiltere Eski Başbakanı Winston Churchill: “Bir damla petrol bir damla kandan daha önemlidir.” demiştir. Bugünse özellikle su stresinin hararetli bir biçimde yaşandığı Ortadoğu’da kandan daha önemli olan petrolün, önem sırasında suyun gerisine düştüğü, önümüzdeki süreçte suyun öneminin daha da artacağı savunulabilir.

1)  Su ve İnsanlık Tarihi

Su, insanlık tarihinin her döneminde insanın en temel ihtiyacı olmakla kalmamış, müşterek hayatta da insan hayatını önemli ölçüde etkilemiştir. İlk medeniyetlerden bu yana insanlar sudan faydalanmak için değişik yollara başvurmuşlardır. İnsanın bütün bu faaliyetlerinin yanı sıra insan sürekli farklı sorunlarla da mücadele etmek durumunda kalmıştır. Hâlbuki bu sorunların da temelinde su gerçeği yatmaktadır.

İnsanla gelişen tarihe hangi pencereden bakılırsa bakılsın suyun etkilerini görmek mümkündür. Tarih boyunca insanlar suya ulaşmak ve ondan faydalanmaya uğraşmışlar, suya ulaşamadıkları yerlerde suyu ayaklarına getirmişlerdir. İnsanların suya daha kolay ulaşmak adına yaptıkları hemen her girişim bir yeniliği daha beraberinde getirmiştir. Tarımda en önemli unsur olan suyu, taşıyabilmek için ilk medeniyetler dahi büyük işlere girişmişlerdir. Bunun en belirgin izlerini dünyanın kurak yerlerindeki medeniyetlerde görüyoruz. Bugün Irak’ta Sümer medeniyetinden kalma su kanalları, Karadeniz’in kuzeyinde Saka Türklerinden kalma meyve bahçeleri için kurulmuş sulama sistemleri veya Doğu Türkistan’da Uygurlardan kalma yer altı su sistemleri, eski çağlardan beri insanın su için verdiği mücadeleye tanıklık etmektedir.

İnsan sudan faydalanmakla kalmamış, onu yaşamının birçok alanında kendinden bir parça olarak kabul etmiş ve bu durum efsanelere de yansımıştır. Mezopotamya mitolojisinde en çok öne çıkan unsur sudur. Bu efsanelerde tanrılar ya bir ırmak üzerinde yelken açmış seyretmektedir ya da koyun sütü ile beslenmekte; prensleri ise öküz koşmakta, tahıl yetiştirmektedir.

Osmanlı Devleti döneminde su, suyun kullanımı ve önemi dikkat çekmektedir. Dersaadet’te belki de en unutulmaz yeniliklerden biri, Mimar Sinan’ın evlere su sistemi döşenmesi fikridir. Şehirleşmede adeta bir çığır açan bu yenilik, her ne kadar o dönemde ülkenin dört bir yanına ulaşamasa da; günlük yaşam içinde çok büyük bir sorun halledilmiş, hayat kalitesine büyük katkı sağlanmıştır. Bunun yanında gerek Çanakkale ve İstanbul Boğazları, gerekse Don, Volga yahut Tuna nehirleri Osmanlı’nın devlet ve fütuhat politikasının en önemli unsurlarındandır.

Suyun insan için değeri tarih boyunca azalmamıştır. Bilakis artan nüfus ve kişi başına düşen su tüketim miktarıyla bu değer daha da artmıştır. Özellikle Sanayi Devrimi’nden sonra su ihtiyacı giderek artmış, makinelerin insan hayatına girmesiyle özellikle tarım ve sanayi alanında her geçen gün artan su sarfiyatı, su sorununu daha da önemli bir mesele haline getirmiştir. Ayrıca iletişimde, ulaşımda ve teknolojide meydana gelen hızlı değişimler insanın yaşam standardını yükseltmiş, ihtiyaçlarının artmasına sebep olmuş, tüketim döngüsü içerisinde hareket etmesine yol açmıştır. Bu durum da çevresel kayıpları arttırmış, dünya düzenini önemli ölçüde etkileyecek olayları gündeme getirmiştir.

Bugünse su sorunu artık en şiddetli zamanlarını yaşamakta, su uğruna uluslararası gerginlikler baş göstermektedir. BM eski Genel Sekreteri Butros Ghali’nin “Ortadoğu’da gelecek savaş petrol değil, su nedeniyle çıkacaktır.” sözü bu durumu çok iyi açıklar.

B)  Su Politikaları

Özellikle 20. yüzyıldan itibaren su sorunu, coğrafi alandan jeopolitik ve siyasi alana kaymıştır. Önceleri kendi suyunu kendine yetirmek için çalışan devletler, bu dönemden sonra dış politikalarının başlıkları arasında “su sorunu”nu da koymuşlardır. Doğal olarak 20. yüzyıldan itibaren uluslararası ilişkiler ve menfaatler planlanırken de su faktörü göz ardı edilmemiştir.

1)  Bugüne Kadar İmzalanmış Antlaşmalar

Suyun siyasi gündemde yer almasından kısa bir süre sonra, uluslararası arenada bir “sular hukuku” geliştirmek için bir takım girişimlerde bulunulmuştur. Özellikle 1970’li yıllar itibariyle dünya bu meselenin ciddiyetini kavramış, Avrupa’da dünya çapında “su” temalı birçok kongre gerçekleşmiştir. Bunların neticesindeyse yine birtakım sözleşme yahut antlaşmalar imzalanmıştır. Bugün içinde bulunulan duruma bakılacak olunursa bu sözleşme ve antlaşmaların günümüzdeki konjonktüre etkisi tartışılmaz bir haldedir. 1966’da İsveç’in başkenti Helsinki’de, 1974’te Arjantin’in Mar del Plata kentinde ve daha sonra Londra’da yapılan antlaşmalar günümüze kadarki su hukukunda hatırı sayılır referanslar teşkil etmektedir. Ayrıca 1996 ve 1997’de Birleşmiş Milletler Uluslararası Hukuk Komisyonu bu duruma el atmış, iki yıl boyunca bu konuda önemli çalışmalar yapmışlardır. Bütün bu çalışmalara rağmen bugüne kadar kesin bir sonuç alınamamıştır. Bahsedilen bu antlaşmalar sonucunda somut olarak görülen tek şey, bugün dünya politikalarının etrafında kutuplaştığı birtakım ilke ve teorilerdir.

2)  Su Yönetiminde Geliştirilen İlke ve Teoriler

a)  İlkeler

Su sorunlarının genelinin sınır aşan sularda ortaya çıktığı görülmektedir. Bunlar, bir ülkeden doğup başka bir yahut birkaç ülkeye geçen sulardır. Bir diğer sorun da uluslararası sınırları belirleyen sınır sularıdır. Bu çerçevede uluslararası arenada bugüne dek geliştirilmiş ilkelere bakıldığında suyun ekonomik değeriyle alakalı ihtilafa düşüldüğü görülür.

i)            Kıt Kaynak İlkesi

Bu ilkeye göre su, evrensel, doğal ve kıt bir kaynaktır. Ekonomik bir değer olarak görülemez, satılamaz. Birden fazla ülke tarafından müşterek kullanılan sularda bir ülke hiçbir şekilde bir diğer ülkenin payını kullanamaz, suyun doğal akışını değiştiremez, aksi halde ceza öder.

ii)          Ekonomik Kaynak İlkesi

Bu ilkeye göre ise su ekonomik bir kaynaktır. Ülke, membaına sahip olduğu suyu satabilir, başka bir deyişle suyu herhangi ticari yahut ekonomik bir faaliyet içine dâhil etmekte özgürdür. Paylaşılmış sınır aşan sularda sahip olduğu suyun doğal akışını değiştirmekle suçlanamaz.

b)  Teoriler

Bahsedilen ilkelerin yanında ülkelerin bugüne kadar müşterek sularla alakalı meydana gelmiş sorunlarda izledikleri politikaları üç ana başlık -teori- altında incelemek mümkündür. Bu teorilerdeki kutuplaşmanın daha çok yukarı – aşağı havza ülkeleri arasındaki ihtilaf sebebiyle meydana geldiği görülür.

Bahis mevzuu sınır aşan sular olduğunda yukarı ve aşağı havza ülkeleri kavramlarına hâkim olmak önemlidir. Yukarı havza ülkesi –yahut memba ülkesi- akarsuyun doğduğu ülke, aşağı havza ülkesi ise akarsuyun o ülkeden sonra geçtiği ülke yahut ülkeler manasına gelmektedir.

i)            Mutlak Hâkimiyet Teorisi

Sınır aşan sularla alakalı sorunlarda daha çok yukarı havza ülkesinin hakları üzerinden belirlenmiş olan bu teori, suyu ekonomik bir kaynak olarak değerlendirmekte, yukarı havza ülkesinin suyla ilgili yaptığı herhangi bir değişiklik hakkında aşağı havza ülkesine herhangi bir söz hakkı tanımamaktadır. Bu teori, 1895 yılında ABD ve Meksika arasında ihtilafa yol açan Rio Grande Nehri sorunu dolayısıyla dönemin ABD Adalet Bakanı Horman tarafından geliştirilmiştir. Daha sonra 1944’te ABD’nin bu konuyla alakalı taviz vermesine rağmen bu teori uzun süre geçerliliğini yitirmemiş ve 9 Nisan 1949’da Uluslararası Adalet Divanı tarafından onaylanmıştır. Bu doktrin günümüzde, uluslararası çerçevede fazlasıyla eleştirilmekte ve savunucuları çok da haklı bulunmamaktadırlar.

ii)          Toprak Bütünlüğü Teorisi

Bu teoriyse daha çok aşağı havza ülkelerinin savunduğu bir teoridir zira bu teori aşağı havza ülkelerinin yukarı havza ülkelerinden hak talep etmesine müsaade etmekle kalmaz; yukarı havza ülkesinin suyun akışını bozacak geçici yahut kalıcı her türlü müdahalesine kısıtlama getirir. Bu sebeple de adil olmadığı gerekçesiyle en az ilk teori kadar menfi eleştiri toplamaktadır. Dicle – Fırat havzası sorununda Irak ve Suriye, bu teoriye dayanarak Türkiye’yi GAP kapsamında Dicle ve Fırat üzerine yaptığı barajlarla suçlamaktadırlar.

iii)         Sınırlı Toprak Egemenliği Teorisi

Bu teorinin temel prensibi “suyun âdil ve akil kullanımı” üzerinedir. Uluslararası hukuk komisyonlarında en çok kabul gören bu teoriye göre bir ülke, kendi topraklarından geçen suyu başka kıyıdaş ülkelerin topraklarına ve çıkarlarına zarar vermemek şartıyla serbestçe kullanabilir. Burada karşılıklı haklar ve zorunluluklar esastır. Günümüzde geçerliliği yaygın olan ilke budur. Burada bir egemenlik hakkının sınırlanması da söz konusu olduğundan bu ilke de tartışılır olmaktadır. Egemenliğin isteğe bağlı olarak gerçekleşmesi ve havza ülkeleri tarafından bir anlaşma ortaya konması gerekmektedir. Bu teori bir anlamda havza teorisidir. Havza teorisi sadece suları göz önüne almaz, o suların zenginleştiği havzaları da dikkate alır. Havza ortaklığı olan ülkeler hakça kullanımdan yararlanabilirler. Bu ilkeyi havza ortaklığı olarak geliştirmek daha yararlı olacaktır.

C)  Dünya’da Su Sorunu

20. yüzyılda dünya iki büyük savaş görmüş, bunun sonucunda Avrasya’da sınırlar adeta yeniden çizilmiştir. Değişen dengeler ve çağın değiştirdiği temel ihtiyaçlar doğrultusunda su, ülkelerin önemli ihtiyaçları arasındayken günümüzde “kritik ihtiyaç” halini almıştır. Yıllardır süren ve halen bir çözüme ulaşılamamış su sorunları, uluslararası ilişkileri de önemli ölçüde etkiler hale gelmiştir.

1)  Nil Nehri Havzası

Nil Nehri, dünyanın en uzun nehirlerinden biri olmakla birlikte Kara Kıta’nın yaşam kaynağı, kalbidir. Etiyopya’dan ve Uganda’daki Victoria Gölü’nden Akdeniz’e kadar binlerce kilometre yol kat eden Nil Nehri, Mısır, Sudan, Etiyopya ve Uganda, Tanzanya, Kenya Ruanda, Burundi ve Zaire arasındadır. Etiyopya adına İtalya ve Mısır’daki İngiliz koloni yönetimlerinin 1891 yılında imzaladığı protokole göre Nil Nehri’ne intikal eden suların miktarını değiştirecek bir harekette bulunması yasak olan Etiyopya’nın, ABD desteğiyle 33 adet sulama ve hidroelektrik tesis kurmaya çalışması, Sudan ve Mısır’la Etiyopya arasında bir gerginliğe yol açmıştır. Bunun akabinde 1959’da SSCB desteğiyle Mısır’la Sudan arasında diğer ülkeler yok sayılarak bir antlaşma imzalanmış, Nil Nehri sularının tamamı bu iki ülke arasında paylaşılmıştır. Mısır’la Sudan’ın işbirliğiyle Sudan topraklarında yılda ortalama 10 milyar mbuharlaşmadan doğan su kaybına yol açan Aswan Barajı inşa edilmiştir.

2)  Tuna Nehri Havzası

SSCB’nin, akabinde Yugoslavya’nın dağılmasıyla, Almanya’dan doğup Karadeniz’e dökülen Tuna Nehri havzası, iyice karmaşık bir hale bürünmüş, yoğun bir diplomasi trafiğine maruz kalmıştır. Günümüzde on iki devletten oluşan Tuna Nehri havzası üzerinde birçok ekonomik proje gerçekleştirilmeye çalışılmış, bunların bazıları gerçekleşirken bazılarıysa bu yoğun diplomasi arasında kaybolmuştur. Mesela Macaristan ve Slovakya arasında Tuna Nehri üzerinde planlanan Gabcikova (Bös) Nagymaros Projesi için 1977’de antlaşma imzalanmasına karşın, Macar kamuoyundan projeye itirazlar gelince Macaristan 1989 yılında antlaşmayı askıya almış; 1992 yılında ise iptal etmiştir. En nihayetinde tüm yetkiler 1998 yılında Uluslararası Tuna Komisyonu’nda toplanmıştır. Bu esnada Tuna Nehri’nin kirliliğini önlemek için üzerinde etkin bir işbirliği kurulamamış ve nehirde kirlilik had safhaya gelmiştir. Bu konuyla ilgili şu söz dikkat çekicidir: “Johann Strauss bugün yaşasaydı, meşhur bestesi Mavi Tuna’nın adını Kahverengi Tuna olarak değiştirirdi.”

3)  Ortadoğu

Günümüzde su sıkıntısı çeken 26 ülkenin 14’ü Ortadoğu’dadır. Türkiye’nin de aynı coğrafyada bulunması açısından bakıldığında da ülkemizle ilgili su sorunu araştırmalarında Ortadoğu’nun hesaba katılması gerekmektedir. Dünya’da su temelli siyasi sorunların çoğu Ortadoğu çevresinde meydana gelmektedir. Bu tespit de göz önüne alınırsa mevzubahis su olduğunda Ortadoğu, diğer bölgelerden farklı bir değerlendirmeye tâbi tutulmalıdır.

Dünya çapında su sorununun en hissedilir derecede yaşandığı Ortadoğu’da su kaynaklı sorunların yoğunlaştığı iki ana bölgeden söz edilebilir: Mezopotamya Bölgesi (Türkiye – Suriye – Irak) ve “Susuz Üçgen” olarak adlandırılan Şeria Nehri ve Golan tepeleri arasında kalan (Ürdün – İsrail – Filistin) bölge.

Ortadoğu’da yakın dönemde meydana gelmiş, kendini siyasi arenada da hissettirmiş büyük çaplı sorunların hemen hepsi doğrudan yahut dolaylı şekilde Türkiye’yi de etkilemiştir. Hatta öyle ki su sorununun herhangi bir şekilde Türkiye’yle ilgisi olmadığı halde çözüm önerisinde Türkiye’nin rol aldığı ya da Türkiye’ye rol verilen noktalara vardır. Su sorunu üzerinde konuşurken bunları dikkatten kaçırmamak gerekmektedir.

a) Dicle Nehri

Dicle Nehri, su potansiyeli yani ülkelerin akarsuya katkıları açısından incelendiğinde yalnızca Türkiye ve Irak arasında bir meseledir. Türkiye’den doğan, Suriye üzerinden Irak’a geçen ve orada Fırat’la birleşen Dicle Nehri’nin yaklaşık %52’si Türkiye’de, %48’i Irak’ta bulunmaktadır. Dicle Nehri’ne Suriye’den hiçbir katkı gelmezken çözüm için yapılan toplantılarda Suriye, Dicle’den %5 oranında su talep etmektedir. Bu ne Irak ne de Türkiye için makul bir tekliftir. Bugün halen bu sorunda bir çözüme varılamamıştır.

b)  Fırat Nehri

Fırat Nehri de Türkiye’den doğup Suriye üzerinden Irak’a geçip Dicle’yle birleşerek Basra Körfezi’ne dökülmektedir. Su potansiyeline bakıldığında Fırat’ın suyunun %88’ine Türkiye, %12’sine Suriye katkı sağlamaktadır. Irak’ın Fırat’a hiçbir katkısı yoktur. Fakat yine havza ülkeleri arası görüşmelerde Irak’ın Fırat suyundan %64’lük su talebi diğer iki ülke tarafından kabul edilmemiş, hâliyle bir çözüme varılamamıştır.

Bazı bilim adamları tarafından savunulan bir görüşe göre Dicle ve Fırat Nehirleri meseleleri birlikte ele alınmalıdır. Zira Basra Körfezi’ne dökülmeden önce birleşip Şatt-ül Arab adını aldığı için bu iki nehir tek havza olarak değerlendirilmelidir. Her halükarda bu iki nehrin yahut tek havzanın havza ülkeleri geçmişten bu yana bir çözüme ulaşamamışlardır.

c)   Asi Nehri

Ülkemizi Suriye ile karşı karşıya getiren su temelli sorunlardan birisi de Asi Nehri meselesidir. Lübnan’dan doğan orada 40 km, ardından Suriye’de 120 km ve Türkiye’de 88 km. yol alıp Hatay’da Akdeniz’e dökülen ve ülkemizin en verimli topraklarından (birinci sınıf tarım arazisi) Amik Ovası’nı sulayan Asi Nehri için havza ülkeleri bir türlü masaya oturmamışlardır. Bu konuda Lübnan’la hemen hiçbir sorun yaşamayan Suriye, Hatay’ı uzun süre Türkiye toprağı olarak saymadığı için yıllardır Türkiye’yle masaya oturmaktan kaçınmıştır. Bununla birlikte yıllardır Asi Nehri’nden herhangi bir kota gözetmeksizin su kullanan Suriye’nin keyfî tavırlarıyla orantılı olarak Amik Ovası’nda zaman zaman kuraklık yahut taşkınlar yaşanmaktadır. Suriye’nin sulanamaz tarım arazilerine birinci sınıf tarım arazisi gibi su harcamasından ötürü Amik Ovası’ndaki birinci sınıf tarım arazileri ihtiyaca uygun miktarda sulanamamaktadır. Dicle ve Fırat meselelerinde memba ülkesi olan Türkiye’yi suçlayan Suriye, Asi Nehri meselesinde yukarı havza ülkesi olarak Türkiye’yi suçladığı konumdan daha kötü bir duruma düşmektedir. Zira Türkiye, Dicle ve Fırat’ın kullanımı esnasında keyfî uygulamalarda bulunmamaktadır. Suriye’nin keyfî uygulamalarının ötesinde Asi Nehri’nin suyuna kimyasal atıklar karıştırması da söz konusudur.

d)  Golan Tepeleri

Eski Suriye – İsrail sınırına yakın bulunan ve o yöredeki en önemli su kaynaklarından bazılarına sahip Golan Tepeleri’nin aslında Türkiye’yle doğrudan alakası yoktur. İsrail’in Altı Gün Savaşları’nda Batı Şeria ve Gazze’yle birlikte işgal ettiği, öncesinde Suriye toprağı olan Golan Tepeleri’nin Türkiye’yle alakası, İsrail’in Suriye’ye sunduğu ve çoğunluğu Batılı birçok ülkece kabul görmüş çözüm önerisiyle başlar. İsrail’e göre Golan Tepeleri’nin İsrail’de kalması, bunun karşılığı olarak Suriye’ye Fırat Nehri’nden verilen su miktarının artırılması en makul çözümdür. Fakat tabii ki bu da sadece bir fikir olarak kalmıştır.

D)  Çözüm İçin Görüşmeler ve Çözüm Önerileri

Bu konuda Fırat – Dicle havzası için Türkiye, Suriye ve Irak arasında yapılan görüşmeleri irdelemekte fayda vardır. 1993 yılının 19 – 20 Ocak ve 17 – 20 Mayıs tarihlerinde Suriye’yle masa başına oturulmasına rağmen bir sonuca varılamamış; 21 – 24 Haziran’da Irak’ın da katılımıyla yeni bir toplantı kararlaştırılmıştır. Lakin 21 Haziran’da Suriye sebep belirtmeksizin toplantılara katılmamış; hâsılı yine bir sonuca ulaşılamamıştır.

Bu toplantılarda Türkiye de Suriye de Irak da kendi dış politikaları doğrultusunda görüş ve önerilerini ortaya atmıştır. Her ne kadar ortak bir çıkar yola ulaşılamasa da üç ülkenin politikalarını aynı menfaatin peşinde geliştirdikleri aşikârdır.

1)  Suriye’nin Görüşleri ve Çözüm Önerisi

Suriye, Dicle ve Fırat havzasını “uluslararası su yolları” olarak nitelendirip “ortak kaynak” olarak değerlendirilmesini talep etmektedir. Suyun ülkelere paylaştırılması hususunda da Toprak Bütünlüğü Teorisi’ne dayanarak salt matematiksel bir işlem kullanılmasını önermektedir.

Suriye, Türkiye’yi Atatürk Barajı’nın ilk dolumu sırasında komşuluk ilişkilerine ters düşecek şekilde davranmakla suçlamıştır. Ayrıca Türkiye’nin Barış Suyu ve GAP gibi projelerini Türkiye’nin Ortadoğu’daki liderlik hayallerinin ürünleri olarak nitelendirmiştir.

2)  Irak’ın Görüşleri ve Çözüm Önerisi

Irak, Dicle ve Fırat havzasında suyun bölüşümü konusunda “müktesep hak” iddia etmektedir. Müktesep hak, hukukta eski kanunla kazanılmış, yeni kanunun kaldırmadığı haklar manasına gelmektedir. Irak’ın iddia ettiği müktesep hak mefhumunun iki boyutu vardır. İlki, Dicle ve Fırat’ın Mezopotamya halklarının yüzlerce yıllık geçim kaynağı olduğunun altı çizilerek burada yaşayan halkların buradaki sudan yararlanma hakkı olduğundan bahsedilen sosyal müktesep hak; diğeriyse Sümerlerden kalan tarım arazilerinin de dâhil edildiği hukukî müktesep hak olarak açıklanmaktadır.

Irak da Atatürk Barajı’nın ilk dolumundan ötürü Türkiye’yi suçlamakla birlikte, çözüm önerisi olarak suların matematiksel bölünmesi taraftarıdır.

3)  Türkiye’nin Görüşleri ve Çözüm Önerisi

Türkiye, Suriye ve Irak’ın aksine görüşlerini fikir beyanı aşamasında bırakmamış, fikirlerini icraata da geçirmiştir. Dicle – Fırat havzasında barış ortamını sağlamak adına Turgut Özal’ın cumhurbaşkanlığı döneminde Barış Suyu projesini, daha sonra da GAP’ı havza ülkelerine sunmuş, fakat bu projeleri sebebiyle diğer ülkeler tarafından Ortadoğu üzerine hâkimiyet planları yapmakla itham edilmiştir.

Atatürk Barajı’nın dolumunu Ortadoğu’da huzuru sağlamaya talip GAP’ın bir parçası olarak gören Türkiye, Suriye’yi Asi Nehri’nden son derece keyfî ve nizamsızca su alımı ile Amik Ovası’nı düzenli bir şekilde sulayamamaktan sorumlu tutmaktadır. Ayrıca Türkiye, havza sularının matematiksel hesapla bölüşülmesinin, suyun âdil ve akil kullanımı prensibiyle çeliştiğini savunmakta; suyun paylaşımı yapılırken ülkelerin sulanabilir arazilerinin, sanayileşme oranlarının vs. etkenlerin de hesaba katılmasını önermektedir.

Somut olarak Türkiye’nin Suriye ve Irak’a sunduğu son proje de “Üç Aşamalı Plan” olarak adlandırılan, tam adı “Fırat – Dicle Havzası Sınır Aşan Akarsularının Hakça, Akılcı ve Optimum Kullanımı İçin Üç Aşamalı Plan” olan projedir. Proje yine Fırat – Dicle havzasında barış ve huzur ortamını sağlamayı amaçlamakta olup bu proje içerisinde su ve toprak kaynaklarını, envanter çalışmalarını ve değerlendirmelerini barındırmaktadır.

E)  Dünya Çapında Su Sorunları ve Çözümleri

Ortadoğu’daki su sorununa bir çözüm aranırken daha önce dünya çapında vuku bulmuş ve çözülmüş su sorunlarına bakmakta fayda vardır.

1)  Ganj Nehri Havzası

Çin’den doğan, Nepal ve Hindistan’dan geçen Ganj Nehri, 128 km.’lik Hindistan – Bangladeş sınırını çizmekte ardından Bangladeş’te Hint Okyanusu’na dökülmektedir.

1951’de Hindistan’ın Ganj Nehri üzerine baraj yapacağını açıklamasıyla Hindistan ve Pakistan arasında baş gösteren gerginlik, 1971 yılında Bangladeş’in bağımsızlığını kazanmasıyla Hindistan ve Bangladeş arasındaki bir sorun haline gelmiştir.  1971’den sonra yapılan müzakereler sonucunda 1977 Kasım’ında Hindistan, bir antlaşmayla Ganj Nehri’nin sularının %63’ünü Bangladeş’e bırakmayı kabul etmiştir. Netice olarak Ganj Nehri sorununun çözümü konusunda Hindistan, Türkiye’nin Dicle – Fırat havzası meselesinde izlediğine benzer bir politika izleyerek suyun hakça kullanım prensibi çerçevesinde paylaşımını öngörmüş, nitekim günümüzde de yürürlükte olan bir antlaşma sağlanmıştır.

              2)  Rio – Grande Nehri Havzası

XIX. yüzyılın sonlarında baş gösteren Rio – Grande Nehri sorununda ABD, başta kati bir “mutlak hâkimiyet” politikası yürütmüştür. Nitekim Harmon doktrini de bu esnada neşredilmiştir. Kuzey Amerika’da akarsularla alakalı düzenlemeleri üstlenmiş, havza bütünlüğü teorisini yöntem olarak benimsemiş bir örgüt olan NAFTA’nın (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi) kurulmasından sonra ABD yumuşamış, havza bütünlüğü teorisine yaklaşmıştır. 1944’te imzalanan bir antlaşma neticesinde Colorado, Tijuana ve Rio Grande nehirlerinin ABD ve Meksika arasında müştereken paylaşılması konusunda düzenlemeler yapılmıştır. Bu, Türkiye’nin dikkatini çok çekmese de “Üç Aşamalı Plan” gibi havza bütünlüğüne dayalı teorilerin uluslararası arenada geçerli olduğu sonucuna ulaşılabilir.

F)  Çözüm Önerisi: Su Savaşları Değil Su Barışı

Fukuyama, “Tarihin Sonu” başlıklı makalesinde komünizm ve faşizmin devrini bitirdiğini, liberalizm ve kapitalizmin yeni rakibinin din ve milliyetçilik olduğunu savunur. Günümüzün en hayatî sorunlarından biri olarak teşekkül eden su sorunu çerçevesinde bu bilgi değerlendirildiğinde ortaya çıkan manzara ıstırap vericidir. Zira XX. asırda sömürgeci devletlerin sözde “çekildiği”; Fırat, Dicle, Nil, Tuna, Ganj, İndus havzaları gibi Dünya’daki en önemli su kaynaklarına sahip bölgelerde yaşayan halkların hemen hepsi dinî yahut millî bir birliğe sahiptir. Buna karşın bu halkların sınırlarla bölünmüş olduğu ve bu bölünmüş devletlerin din ya da soy kardeşlerine karşı düşmanlık besledikleri gözlemlenmektedir. Bununla ilgili olarak dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta da şudur: Bugün su stresi konusunda hassas bölgelerle ilgilenen büyük devletlerin iyi niyetten ziyade kendi menfaatleri doğrultusunda hareket ettikleri göz ardı edilmemeli ve bu konuda yalnızca havza yahut bölge ülkelerinin muhatap alınması gerektiği unutulmamalıdır.

Mahatma Gandhi şöyle der: “Dünya tüm insanların ihtiyaçlarını sağlayacak kadar zengin, ama hırslarını değil.” Bugüne kadar süregelmiş sömürü düzeni yüzünden dünya, suyunu insanî ve adil bir şekilde paylaşamamıştır. Bugün aynı toprağa ayak basan insanoğlunun büyük bir kısmı yaşamak için su bulamaz ve susuzluk menşeli hastalıklarla pençeleşirken; diğer kısmı da kullandığı suyu israf etmekte, vahim bir şekilde de bunun farkına varmamakta yahut bu israfı görmezden gelmektedir.

Burada bir çözüm önerisi aranırken esas dikkat edilmesi gereken mesele, suyun herkesin en temel ihtiyacı olduğunun ve hırsların esiri olmadan insanî, makul ve âdil bir şekilde paylaşılması gerektiğinin idrakine varabilmektedir. Su sorununda çözüm yolunun ülkeler arası teknik ve ekonomik işbirliğinden geçtiği muhakkaktır. Lakin Ortadoğu ülkeleri arasında ekonomik ve teknik olarak başlayacak bir işbirliğinin kalkınmayı sağlayacak ve sosyal refahı artırabilecek bir projeye dönüşmesi de mümkündür. “Su Barışı” addettiğimiz bu çağla birlikte 90’lı yıllarda su savaşı senaryoları yazan hayalperest felaket tellallarının aksine su paylaşımında büyük bir bölge barışının vuku bulması muhtemeldir.

Bugün Batı’da ekonomik olarak başlayıp siyasî ve sosyal olarak devam eden, ekonomik refahı ve iç güvenliği sağlamakta başarılı olmuş birlikler kurulmuştur. Doğu’da da böyle bir birliğin kurulması mümkündür. Bu birliğin fitilini ateşleyecek ekonomik faktörün de su olması ihtimal dâhilindedir. Ortadoğu’da yüzyıllarca birlikte yaşamış, bugünse yapay sınırlarla ayrılıp komşu addedilmiş devletlerin dayanışma içerisinde olmalarından daha tabii bir davranış düşünülemez. Bugün su konusunda Ortadoğu’da sıkıntı çeken komşularına yardım edebilecek durumda olan Türkiye, tarihinde de olduğu gibi bu birliğe öncülük edebilecek konumdadır. Bu birliğin Ortadoğu’yu önce ekonomik, sonra sosyal alanda kalkındırmakla kalmayıp; huzur, barış ve güvenliğin hüküm sürdüğü ve teröre mahal vermeyen, akabindeyse uluslararası siyasî arenada söz sahibi bir bölge hâline getirmesi mümkündür.

Bunun içinse üç aşamalı kesin bir plan izlemek lâzım gelir. Bu planın birinci basamağı bölge ülkelerinin kendi iç siyasetlerini, ikincisi ülkelerarası işbirliği için uygulanması gerekenleri, son basamağı ise ülkelerin üstünde bir bölge birliği için atılması gereken nihai adımları düzenler.

1)  Temel İlkeler: Muhafaza – Geliştirme – Yönetim

Ortadoğu’ya barış ve huzur ortamı getirmeye talip olmuş Barış Suyu yahut GAP gibi projelerin aksine, günümüzde çözüm yolu önce bölge devletlerinin iç politikalarında aranmalıdır. Devletler su yönetimini yaparken muhafaza ve geliştirmeye önem vermelidirler. Tüm devletler makul ölçülerle ellerindeki kaynakların muhafazasını yapmalı daha sonra sınırlı kaynaklardan azami derecede faydalanmak adına her türlü geliştirme yöntemini yahut tasarruf hareketini devreye sokmalıdırlar. Ancak bu şekilde devletler su kaynaklarının yönetimini sağlıklı bir işleyişe kavuşturmuş olacaklardır.

2)  İkame Tespiti ve Organizasyon

Su yönetimi sırasında temel ilkelerin ardından uluslararası ilişkiler devreye girecektir. Sınır aşan sular için ülkeler arası paylaşım, hiçbir etken göz ardı edilmeden havza ülkeleri arası ortak bir komisyon tarafından yapılmalıdır. Burada da en temel faktör, şüphesiz ikame tespiti olacaktır. Çünkü su sarfiyatına en çok sebep olan etken bilinçsiz ve geleneksel tarımdır. Tarımsal sulamada sulardan azamî ölçülerde faydalanabilmek için toprağın sulanabilirlik derecesine göre sınıflandırılması ve su paylaşımı yapılırken bunun esas alınması gerekmektedir. Bunun yanında ülkelerin sanayileşme oranları vs. unsurlar da paylaşımda hesaba katılmalıdır.

Havza ülkelerinin işbirliği içinde halkı suyun bilinçli kullanımı konusunda bilinçlendirmek adına her türlü ulusal ve uluslararası sosyal projeye destek vermesi ilk adım olmalıdır. Gerek tarım alanlarında gerek şehir içinde su tasarrufu sağlayabilecek teknolojiler üzerinde yoğunlaşma ile büyük bir ekonomik tasarruf sağlanacaktır. İkinci adım da bu olmalıdır. Zira bugün bir mşeker pancarı için, bilinçsiz yöntemlerle yıllık 96 ton su harcanırken, bu miktar bilgisayarlı sulama teknolojileriyle bir tonun altına çekilebilmektedir. Ayrıca atık suların arıtılması için tahminî mmaliyeti 30 – 60 cent, acı suların arıtılması için mmaliyeti 45 -70 centtir. Oysa kaçakların önlenmesi, ev ve iş yerlerinde su kullanımında tasarruf sağlayan teknolojiler üzerine yoğunlaşmakla mmaliyeti 5 – 50 cente düşmektedir.

3)  Ortadoğu Gümrük Birliği

Su paylaşımında faaliyet noktasına gelindiğinde, bu paylaşım yalnız bir anlaşmayla sınırlandırılmamalı, bunun yolunu açacağı havza ülkeleri arasındaki ekonomik anlaşma ve ortaklıklar tüm Ortadoğu’ya yayılıp nihayetinde Ortadoğu Gümrük Birliği’nin temelleri atılmalıdır. Bu sayede tüm Ortadoğu devletlerinin ortak ihtiyacı –hatta müstakbel bir savaşın sebebi- olan suyun etrafında, kalkınma ve refah gerçekleşecektir. Tüm Ortadoğu’yu kucaklayan büyük bir ekonomik ve sosyal birlik gelişecektir. Ortak ihtiyaçlarımız, ortak kazançlarımıza yol açacaktır.

Hâsılı, dünyamız artan nüfus ve azalan kullanılabilir su kaynakları neticesinde su tabanlı bir tehlike ile karşı karşıyadır. Bilahare bununla alakalı su savaşı senaryoları yazılıp çizilmiş, bu durum bazı siyasi gerginliklere de sebep olmuştur. Su konusunda dünyanın en hassas bölgesi sayılabilecek Ortadoğu’da devletlerin ortak menfaatlerini birlik, barış, huzur ve refah içinde ekonomik ve sosyal bir kalkınmaya dönüştürmek için yegâne ihtiyaçları; yine birbirleridir. Ekonomik bir birlikle başlayacak, daha sonra ulusal bilinçlendirme çalışmaları ve uluslararası organizasyonlar aracılığıyla geliştirilecek bir oluşum şarttır. Türkiye’nin tarihî mirasına uygun bir hamleyle Ortadoğu’nun siyasî bir güç hâline geleceği su temelli topyekûn bir kalkınma ve refah hareketine ön ayak olması mümkündür. Böylece Ortadoğu Su Barışı’na dönüşecek olan bu hareket için bir an önce girişimlerde bulunulmalıdır.

         KAYNAKÇA

4)  Prof. Dr. Mehmet Tomanbay, Dünya Su Bütçesi ve Ortadoğu Gerçeği, Gazi Kitapevi, Ankara, 1998

5)  Özden Bilen, Ortadoğu Su Sorunları ve Türkiye, TESAV Yayını, Ankara, 2009

6)  Ortadoğu’da Su Sorunu, Bölgesel ve Sınıraşan Sular Daire Başkanlığı Yayını, Dışişleri Bakanlığı, Ankara, 1996

7)  Dr. Lütfü Şehsuvaroğlu, Su Barışı, Sen Yayınları, Ankara, 2000

8)  Prof. Dr. Ramazan Özey, İslâm Dünyası, Erkam Yayınları, İstanbul, 1996

9)  Prof. Dr. Ramazan Özey, 2001, “Türk Dünyası’nın Jeopolitik Önemi ve Başlıca Sorunları.” T.C. Başbakanlık TİKA, Avrasya Etüdleri, Türk Dünyası Özel Sayısı, Sayı 20, Ankara

10)             Beytullah Demircioğlu, “Ortadoğu ve Su Savaşları”, Altınoluk Dergisi sayı 120, Şubat – 1996

11)             http://www.ramazanozey.net/rozey/icerik/detay.asp?id=164&kat_id=5&dil=tr

Metehan HEPVAR